top of page

/Sinema

/kritik

REVOLVER(2005)

“Dolandırıcının formülü oldukça basittir:İnsanları, kendi hırslarını kullanarak baştan çıkartmak.Ancak atlanmaması gereken bir nokta vardır ki, o da dürüst insanları dolandırmanın ne kadar zor olduğudur.Esas iş, bu entelektüel içeriği alarak onu heyecanlı ve hareket dolu bir anlatımla süsleyip, esasında pek de ilginç olmayan bir hikayeyi, ilginç hale getirmektir.”

 

Bu düşünceden ilham alarak ortaya çıkan ve insanın, en büyük rakibinin kendisi olduğunu anlatmaya çalışan bir hikaye etrafında dönüp dolaşıyor Revolver.Dönüp dolaşıyor diyorum çünkü Guy Ritchie tutarsızlıklar içinde adeta kendini kaybediyor.Yaklaşık seksen dakika boyunca hangi tür izlediğini merak ediyor insan.Kendinizi  kısım kısım eğlenceli bir örgüde, bazen bir dramın içinde, bazen de sesi gayet fazla gelen Moonlight Sonata eşliğinde bir müzikalin ortasında hissetmek mümkün olabiliyor.Ancak bunların bir temel üzerine kurulmadığı ve sanki değişiklik olsun diye yapıldığı, dakikalar ilerledikçe, oldukça dağılan ve ne anlatmaya çalıştığı belirsiz hale gelen konu sayesinde apaçık gözler önüne seriliyor.

 

Bilgelik zırvası

 

Revolver, açıkçası tam bir bilge çöplüğü.Dolandırıcılardan tutun dolandırılanlara kadar bütün karakterler felsefi derinliğe sahip insanlar.Kimse normal cümlelerle konuşmayı seçmiyor nedense.Ağızdan ağza dolaşan büyük laflar sayesinde, herkes karşısındakine bir hayat dersi veriyor ve her seferinde ders alan kişinin, etkilenmiş, ancak aynı zamanda düşünen suratı, resmen gözümüze sokuluyor.

 

Ayrıca bu yerinde ağır ancak filmde hafif kalan cümlelerin sayısız tekrarının neden yapıldığı üzerinde düşünürken, Jake Green’in(Jason Statham) dışarıdan, film boyunca kendi psikolojisini ve olayların gelişimini anlatmasıyla beraber sanki birisinin sesli sesli kitap okuduğu hissine kapılabiliyor insan.

 

Ritchie kırıklığı

 

Ritchie’nin, 1998’de “Lock stock and two smoking barrels” ile başladığı, 2000 yılında Snatch ile zirveye çıktığı, suçluların dünyasını ince bir mizah anlayışıyla inceleyen kamerası, Revolver’da resmen ne yapacağını şaşırır vaziyette gözüküyor.Fazla meraklı bir kapı komşusu gibi her yere saldırıyor kamera.Ancak her yerden elleri boş dönüyor.

 

Guy Ritchie, ilginç bir şekilde bu filmde mesaj vermeye çalışmadığını söylüyor fakat aksine her replikle beraber, “ben buna işaret ediyorum, bu mesajı veriyorum, duymadınız mı, bakın bir daha söyletiyorum” gibi cümleleri arkadan fısıldıyor adeta.Üstelik bu da yetmiyor, sözde bölümlere ayırmak için, her cümleyi film süresince bir de yazıyla izleyenlere okutturuyor.

 

Bir satranç muhabbetidir ki baştan sona devam eden, gerçekten akıl almaz boyutlara ulaşıyor.Bazı düşüncelere göre satranç taşlarının her biri hayattaki karakterlerden birini temsil ediyor olabilir ama filmin içindeki karakterler satranç taşları üzerinden büyük bir genellemeyle kodlamaya kalkışılınca, bütün malum dallarda başa gelen şey yine karşımıza çıkıyor ve dal kırılıyor.Çünkü ne olaydaki karakterler, ne de hayat, böyle genellemeler yapmaya müsait bir olgu değil.Yaşamlara etki eden bütün harici değişkenleri yok sayıp, birisine vezir, şah veya piyon demek gibi bir lüksün olmadığı apaçık ortada.

 

Evet, insanlar derdini anlatmak için resim yapar, kitap yazar, film çeker ancak bu derdin anlatımında izlediğin yol, -ki bu, Ritchie’nin Revolver’da gittiği istikametin tam tersinde kalır-, sanat eserini bir ‘ağıttan’ ayıran temel unsurdur.   

 

Önsel KÜLÜK / 2008 Sinema.com

 

bottom of page